Hakkında- Jan
… o güne kadar kadın cinayetine maruz kalıp kaçan kadın, bir orospunun kendisinden daha fazlasına muktedir olduğunu görecek ama o kadın aynı zamanda kocasından daha fazla muktedirliğini kocasına gösterecek. Oradaki koca da o güne kadar patronum dediği insanın karşısında kendi karnını doyurabilir, dünya hakkında kafa yorabilir bir özne olarak duracak. Bizim öznemiz, kastettiğimiz toplumu dağıtacak öznellik süreci”
Bu kayıtta ( Kaydı buradan dinleyebilirsiniz)Suphi Nejat Ağırnaslı’nın “dünya görüşü”ne dair izler bulunuyor. Bense bu izleri yorumlayarak yol alacağım. Bu yorumların “öznel” olduğunu ve bu noktada O’nun fikirlerinin tartışılması gerektiğini düşünmemden cesaret aldığımı hatırlatmalıyım. Rojava’da savaşırken hayatını kaybetmesiyle sınırlandırılamayacak bir Ağırnaslı’nın anlatılması, anlaşılması ve tartışılması çağrısının yerini bulması çabalarına naçizane bir katkı olması arzusuyla.
Ağırnaslı’nın başlarken odaklandığı alıntı Sandino’dan. Alıntı, yakın dönemde “rizom” metaforuyla yaygınlaşan ama aslen kadim komünizmin edebi, dini, kültürel biçimlerde defalarca ifade edilmiş canlılığının derin titreşimlerini (bu titreşimler hem Rosa’nın “vardım, varım, varolacağım”ı gibi ezelden ebede, hem de aynı zamansallıkta Nazım’ın “Angina Pektoris”i gibi uzaysal bir seyri de içeren bir bütünlükte anlaşılmalı) duyumsamadığı halde kendini “olmuş” hisseden zamanımızın oldukça harap haldeki “özneliğine” bu örneğin tınısında “siz daha en baştan sınıfta kaldınız” diye giriş yapmanın zarif yolu olma işlevi görmüş.
“Dünya üzerinde var olma meselesi, bir görme, bakma ve farklı görüşme halleri aslında” Bu alıntıyla uzun okumalar yaptığı teorinin ağır büyük yıkıntısından arınma zamanı gelmiş bulunuyor. Hülâsa Ağırnaslı’nın farkı elbette yalnızca “komünist” olma hissini nasıl târif ettiği olmayacaktı. O, açıkça toplumu, egemenliği, devrimi de soldaki muhataplarının hemen hemen tamamından farklı görüyordu.
Neyse ki onun tarif ettiği dünya görüşünün vizöründen bakmaya başladığınızda her bir kavram için tek tek uğrayacağımız bir sözlüğe ihtiyaç duymuyoruz. Devam edelim.
Suphi Nejat Ağırnaslı dünya solunun “Lenin sonrası Leninizm[1] “inin çoğu tıkanmış kanallarını tıpkı otonomist Marksizmin yaptığı gibi sömürgeleştirilmiş yerlilerde (Sandino’da) açmayı seçiyor (ayrıca Negri’yi benimsememekle birlikte otonomist akıma ilgi göstermesi de bir sır değil elbette).
“Geleceği kurabilmen için, geçmişin yankısını örgütlemen lazım” ifadesi içinde hemen gözüme batan sol mirasın bir angajman konusuymuş gibi “ayartma”, “kafalama” benzeri sevimsiz yankısını da kucağımıza bıraktığı bir “örgütleme” oluyor. Bu konuda ne yapmam gerektiğiyse yine aynı veciz ifadede ışıldıyor oysa. Hemen “örgütlenme”nin kök yankılarından “organization”a gidiyorum (organizma, organ, organize olma…) Şimdi yankısını canlandırdığım bir tanım beliriyor. Örgütlenme, varlığın kendi canlılığına kuruluşu. Yani içinde “biz”i barındıran bir çağrı. Devam edelim.
“Eğer bir devlet, iktidar ele geçirmek değil de bir toplumu yeniden kurmak gibi bir derdimiz varsa bunu ancak toplumdaki dinamikler üzerinden yapabiliriz” Ağırnaslı muhataplarına hiç duymadıkları bir bakış sunmanın ön hazırlığında burada. İlkin onun toplum derken Marx’ın antagonist süzgecinden geçtikten sonraki halini, yani ezilenler, halk, emekle bağlı sınıfları anlamalıyız. Bu anlamda toplum O’nun için devrim ittifakına kazanılacak, devrim sonrası kurtarılacağı vaad edilecek, bugünkü durumunda mağdur, aksi durumlarda ise kapitalizm/faşizm kaynaklı sebepler göz önünde bulundurularak anlaşılıp hak verilmesi için çabalanacak bir varlık değil (solda onu kendi tarafına yazmak isteyenlere de hatırlatma olsun). O, toplumu bugünkü imkânlar sürecimiz diye algılıyor. Toplum denildiğinde onun gördüğü şey dinamikleri fena halde işleyen bir “egemenlikler” sahası.
Ağırnaslı’nın dikkat çekici bir üslupla kadın kırımına değinme biçimi, toplum dediği egemenlikler sahasındaki bu devrimci dinamikleri nasıl da görmüyorsunuz der gibi. Adeta, kadınların egemene karşı işlediği “suçlar” varken neden buradaki “cesarette, kahramanlıkta” devletin egemenliğine başkaldırmadaki coşkunun titreşimlerini alamıyorsunuz (ki bu durumla “erkeğin egemenlik alanını yıkmak için ufak tefek taktikler sergilediklerinden” karşılaştıkları çok açık), neden erkeklerce öldürülen kadınlar için “diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmeyi” seçti gibi onurlandırmalar çıkmıyor der gibi. Bu kısmı şu netleştirmede noktalıyor: “Çok ciddi bir tarihsel konjonktürdeyiz“.
“kadınlar virgül boşluk, ezilenler virgül boşluk, işçiler virgül boşluk, Kürtler, Ermeniler…” “Hangi hakla ve hangi düşünceyle biz bir kesimden bahsediyoruz ve arasına virgül ve boşluk koyuyoruz ve başka bir kesimden bahsediyoruz”
Burada sol kimliğin bürünebildiği “devrim yapacak bir toplum var ve biz de özneler olarak onları seslendirmeliyiz” halindeki mağrurluğu hedefliyor Ağırnaslı. Böylece buraya kadar değinerek geldiğimiz “toplum”, “devrim”, “yankı”, “örgütleme” vurgularıyla kendisinin “dünya görüşü” çerçevesi de ortaya çıkmış bulunuyor.
Dışlanmış ve ezilmiş olanları topluma çağırmak, onları, kaçarak mikro kurtuluşlar yaşadığı bu egemenlikler sahasına geri çağırmak demek! Solun devrim kehânetini zihninde yarattığı hayali bir cemaate bağlamasının gerçek hayatta işleyen devrimci dinamiklerden nasıl da kopardığı ve onlara karşı ne tür bir set olma rolü oynadığına dair bir tutulmayı gün ışığına çıkarıyor ve üstüne belirme vaktini zorlayan bir özneyi müjdeliyor.
“Proletarya bir özne değil, bir bakışma, görüşme ve oluş sürecidir. Tam da bir topluma karşı çıkan, toplumun imkânsızlığına karşı çıkanların iç savaşının yeniden düzenlenmesidir.”
Peki o halde yazının başındaki alıntıya yeniden göz attıktan sonra Ağırnaslı’yla birlikte soralım: “Dünya üzerine, varoluş üzerine kafa yoran aynı zamanda kendi ekonomisini kuran, çalışan/çalışmayan insanların yeni yollarla hayatlarla tanıştığı bir proje tasarlamak mümkün mü?